Yıldız A ve Küçük A takımlarımız için düzenlenen atölye çalışmasında, oyuncuların iç dünyalarını güçlendirmeleri ile ilgili sohbet yapıldı.

Kulübümüzün Psikolojik Performans Danışmanı Ömer Gür tarafından yürütülen Yıldız A ve Küçük A takımlarına yönelik, 13 Ocak’ta düzenlenen atölye çalışmasında, sporcularımızla ünlü kaleci Gianluigi Buffon’un 41 yaşındayken 17 yaşındaki haline yazdığı mektup okunup üzerine sohbet edildi. Buffon’un futbola nasıl başladığı, hayalleri, esin kaynakları, hataları ve genel olarak tecrübelerini aktardığı bu mektup üzerinden iç dünyayı sanatla, hayal gücüyle, spor dışında esin kaynaklarıyla güçlendirmenin, gerektiğinde uzman yardımı almanın önemi vurgulandı.

Gianluigi Buffon’un 17 yaşındaki haline yazdığı mektup şu şekilde:

Sevgili 17 yaşındaki Gianluigi,

Bu mektubu sana 41 yaşında, birçok farklı şey tecrübe etmiş ve bazı
hatalar yapmış birisi olarak yazıyorum. Sana hem iyi hem de kötü haberlerim
var. Gerçek şu ki burada sadece senin ruhun hakkında konuşmak için buradayım.

Evet, ruhun. İnan ya da inanma, bir
ruhun var.

İlk olarak kötü haberlerle başlayalım.
17 yaşındasın, hayallerindeki gibi profesyonel bir futbolcu olacaksın. Her şeyi
bildiğini sanıyorsun. Ancak gerçek şu ki sevgili dostum, hiçbir b*k bildiğin
yok.

Birkaç gün içeresinde, Parma ile ilk
Serie A maçına çıkacaksın ve korkmak için bile yeterince şey bilmiyorsun.
Yatakta, sıcak süt içiyor olman gerekirdi. Ama sen ne yapıyorsun? Primavera’dan
yakın arkadaşlarınla gece kulübe gideceksin.

Sadece bir bira içeceksin, o kadar
değil mi?

Ama sonrasında biraz abartacaksın.
Film yıldızı kartını oynayacaksın, güçlü adam kartını. Ne hissettiğini dahi
bilmediğin anlarda baskıyla başa çıkma yöntemin bu. Sabaha karşı, kulübün
dışında, birkaç polis memuru ile tartışmaya başlayacaksın.

Evine git işte. Yatağına gir.

Ve lütfen, sana yalvarıyorum, polis
arabasının lastiğine tuvaletini yapma. Memurlar ve kulübün bundan keyif
almayabilir ve hayatın boyunca çalıştığın her şeyi riske atmak zorunda
kalabilirsin.

Ortada hiçbir neden yokken kendini
sürüklediğin kaoslardan birisi bu. İçinde yanan ateş, seni hatalara sürükleyen
cinsten. Elbette takım arkadaşlarına güçlü ve özgür olduğunu kanıtlamış
olduğunu sanıyorsun ancak gerçekte, bu taktığın bir maskeden ibaret.

Sadece birkaç gün içinde; çok ama çok
sarhoş edici ve çok ama çok tehlikeli olan üç şey ile ödüllendirileceksin.

Para, ödül ve hayatının mesleği.

Şimdi eminim ki bunların nesi
tehlikeli olabilir diye düşünüyorsun.

İşte, paradoks burada başlıyor.

Kalecilerin özgüvene ihtiyaçlarının
olduğu bir gerçektir. Korkusuz olmak zorundadırlar. Eğer bir teknik
direktörden, en teknik kaleci veya en korkusuz kaleci arasında seçim yapmasını
isterseniz her zaman o korkusuz olanını seçecektir.

Diğer taraftansa, korkusuz insanlar
beyinlerinin olduğunu rahatlıkla unuturlar. Eğer nihilist bir şekilde yaşıyor
ve hayatında sadece futbolu düşünüyorsan, ruhun bir yerden sonra çürümeye
başlayacaktır. Eninde sonunda, depresyondan dolayı yataktan çıkamaz duruma
geleceksin.

İstediğin gibi gülebilirsin ama bu
başına gelecek. Kariyerinin en tepesinde olduğun ve bir erkeğin hayattan başka
hiçbir şey istemediği zamanda bunlar başına gelecek. 26 yaşına geldiğinde,
Juventus’un ve İtalya milli takımının as kalecisi olacaksın. Saygı ve paran
cebinde olacak. Hatta insanlar sana Süpermen şeklinde seslenecek.

Fakat sen bir kahraman değilsin. Diğer
herkes gibi sıradan bir insansın. Gerçek şu ki bu mesleğin baskısı, seni bir
robota dönüştürebilir. Rutinlerin hapse dönebilir. Antrenmana gidersin, eve
dönüp televizyon seyredersin, uyursun ve sonraki gün birebir aynılarını
yaparsın. Kazanırsın, kaybedersin ve bu durmadan tekrar eder.

Bir sabah, antrenmana gitmeden önce
yataktan kalkacaksın ve ayakların rahatsız edici şekilde sallanmaya başlayacak.
O kadar güçsüz olmaya başlayacaksın ki araba dahi kullanamayacaksın. Başlarda,
sadece yorgunluk ya da bir çeşit virüs diye düşüneceksin. Fakat sonrasında
işler daha da kötüleşecek. Tek yapmak isteyeceğin şey uzun uzun uyumak olacak.
İdmanda yaptığın her kurtarış, sanki dünyayı yerinden oynatıyormuşçasına zor
gelmeye başlayacak. Yedi ay boyunca hayattan keyif almakta çok zorlanacaksın.

Bu an geldiğinde durmamız gerek.

Çünkü 17 yaşında bunları okurken ne
düşündüğünü biliyorum.

“Bu nasıl olabilir ki? Ben gayet mutlu
bir insanım, doğuştan liderim. Eğer Juventus’un as kalecisi olacak ve milyon
Euro’lar kazanacaksam o zaman mutlu olurum. Depresyona girmem imkânsız.”

Öyleyse sana önemli bir soru sormak
zorundayım. Neden hayatını futbola adadın Gigi, hatırlıyor musun?

Ve lütfen bana Thomas N’Kono yüzünden
olduğunu söyleme. İşin derinine in. Her detayı hatırlamaya çalış.

Evet, 12 yaşındaydın.

İtalya’daki 1990 Dünya Kupası, evet.

Kupadaki ilk maç San Siro’daki
Arjantin-Kamerun maçıydı, evet.

Peki o gün neredeydin? Gözlerini
kapat. Tek başına oturma odanızdaydın. Peki her zamanki gibi arkadaşların neden
yanında değildi? Hatırlayamıyorsun. Büyükannen mutfakta öğle yemeğini
hazırlıyordu ve hava o kadar sıcaktı ki içerideki serin havayı muhafaza
edebilmek için evdeki tüm pencereleri kapatmıştı. Tüm oda tamamıyla karanlıktı,
televizyondan gelen sarı parıltı hariç.

Neler görüyorsun?

Garip bir isim: KAMERUN.

Kamerun’un nerede olduğunu
bilmiyorsun. Hayatının o anına kadar öyle bir yerin varlığından bile bir
habersin. Elbette Arjantin ve Maradona’yı biliyorsun ancak Kamerun’daki
oyuncuları farklı kılan bir şey var. Yazın o kadar sıcak olmasına rağmen
kalecileri uzun kollu forma giyiyor. Uzun siyah eşofman ve uzun yeşil kollu,
pembe yakalı bir forma. Hareketleri, ayakta duruşu ve o fantastik bıyığı.
Kalbini tarifsiz bir şekilde büyüledi.

O, bu ana kadar gördüğün en havalı
insandı.

Spiker, isminin Thomas N’Kono olduğunu
söylüyor.

Sonrası ise sihir.

Arjantin korner kazanıyor ve Thomas
kalabalığın arasından topu 30 metre ileriye yumrukluyor. Bu an, hayatının
sonuna kadar yapmak istediğin şeyi bulduğun andı.

Sadece basit bir kaleci olmak
istemiyordun.

‘Bu tarz’ bir kaleci olmak istiyordun.

Vahşi, cesur ve özgür bir kaleci.

Maçı izlerken geçen her dakika, kendin
olmaya başlıyordun. Hayatının senaryosu yazılıyordu. Kamerun gol atıyordu ve bu
skora tutunamayacakları için öylesine geriliyordun ki ayakta bile duramamaya
başlıyordun. Kanepeden yere atlıyordun. İkinci yarının tamamında televizyonun
etrafında gezinerek geçiriyordun. Kamerun dokuz kişi kaldığında maçı izlemeyi
bırak dinlemeye bile hâlin kalmıyordu.

Son beş dakika, televizyonun arkasına
geçip sesi kapatıyorsun.

Ne olduğunu görmek için arada bir göz
atıyorsun ve sonra geri televizyonun arkasına geçiyorsun.

Sonunda dayanamayıp televizyona
bakıyorsun ve Kamerunlu oyuncuların kutlama yaptığını görüyorsun. Doğruca
sokağa koşuyorsun. Mahallendeki diğer iki çocuk da aynı şekilde dışarıya
çıkmış. Herkes sokakta bağırıyor, “Kamerun’u gördün mü? Kamerun’u gördün mü?”

İşte o gün, içinde bir alev
fitillendi. Kamerun artık haritada gösterebildiğin bir yer, Thomas N’Kono ise
tanıdığın birisiydi. Şimdi, Buffon’u dünyaya tanıtma zamanıydı.

İşte bu yüzden futbolcu olmaya karar
vermiştin. Ne para ne de ün yüzünden. Thomas N’Kono’nun tarzı ve içindeki sanat
yüzünden. Ruhu yüzünden.

Şunu hatırlamak zorundasın: Para ve ün
senin için amaç değildi. Eğer ruhuna yeterince iyi bakmıyorsan, eğer futbol
dışında kendine ilham kaynakları aramıyorsan ruhun çürüyecek. Eğer sana sadece
bir tavsiye verebilme şansım olsa, hâlen gençken etrafındaki dünya hakkında
daha meraklı olman olurdu. Kendini korumak zorundasın özellikle de ailen için.

İyi bir kaleci olmak için yürekli
olmak zorundasın, bu doğru.

Fakat yürekli olmak, cahil olmak demek
olmamalı Gigi.

Depresyonun derinliklerinde tuhaf ve
güzel bir şey yaşayacaksın. Bir sabah rutinini bozmaya ve kahvaltı için
Torino’da farklı bir restorana gitmeye karar vereceksin. Böylece, şehir içinde
yeni bir rota izleyecek ve bir sanat müzesi göreceksin.

Müzenin dışındaki posterde CHAGALL
yazıyor olacak.

Bu ismi daha önce duymuştun ama sanatı
hakkında hiçbir fikrin yoktu.

Yapman gerekenler var, yolda
olmalısın.

Sen Buffon’sun. Peki ya Buffon kim?

Sen tam olarak kimsin, biliyor musun?

Bu mektubun en önemli kısmı bu. O gün,
o müzeye girmelisin. Hayatının en önemli günü olacak.

Eğer o müzeye girmezsen ve hayatına
bir futbolcu ya da Süpermen olarak devam edersen, o zaman tüm duygularını
mahzende saklamaya devam edeceksin ve eninde sonunda ruhun bozulacak.

Fakat içeri girersen, Chagall’ın
yüzlerce resmini göreceksin. Çoğu içinde bir şey canlandırmayacak. Bazıları
iyi, bazıları ilginç, bazılarıysa sana hiçbir şey söylemeyecek.

Ama öyle bir resim göreceksin ki o
resim seni şimşek çakmışçasına vuracak.

O resmin adı The Walk.

Neredeyse bir çocuğun çizebileceği bir
resim. Bir erkek ve bir kadın parkta piknik yapıyorlar, ama resimdeki her şey
büyülü. Kadın, bir melek gibi gökyüzüne yükselirken adam yerde oturuyor,
kadının elini tutuyor, ve gülümsüyor.

Bir çocuğun rüyasından farksız.

Bu resim, sana sanki başka bir
dünyadan bir mesaj verecek. Sana bir çocuğun duygularını anlatacak. Sadelikteki
mutluluk hissi.

Thomas N’Kono’nun topu 30 metre
yumrukladığında yaşadığın his.

Büyükannenin seni mutfaktan
çağırdığında yaşadığın his.

Televizyonun arkasında, dua ettiğin
anlarda yaşadığın his.

Yaşlandıkça, hislerimiz hakkında
konuşmayı kolaylıkla unutuyoruz.

Ama o ertesi gün, müzeye tekrardan
geri dönmelisin. Bu bir şart olmalı.

Bilet gişesindeki kadın sana komik bir
şekilde bakıp, “Daha dün burada değil miydin?” diyecek.

Önemli değil. İçeriye gir. Sanat,
senin için en iyi tedavi olacak. Zihnini açtığında, Chagall’ın resminde havaya
kaldırılmış o kadın gibi içindeki o ağırlıkta kaldırılacak.

Bu anın içerisinde inanılmaz bir ironi
var. Bazen hayatın bizim için özel olarak yazıldığını düşünüyorum. Açıklaması
imkânsız ama birbirine bağlı bir o kadar da güzel onlarca şey yaşayabiliyoruz.
Bu hikâye de onlardan birisi.

Çünkü sen, Parma’da genç bir
futbolcuyken seni cahil olarak damgalayacak bir şey yapacaksın. Oldukça büyük
bir maçtan önce, takım arkadaşlarına ve taraftarlarına, cesur ve aynı zamanda
büyük bir karakter olduğunu göstermek için dev bir hareket yapacaksın.

Bu yüzden maç önü tişörtlerine, küçük
bir çocukken okul sıranın üzerinde oyulmuş şekilde gördüğün bir mesaj
yazacaksın.

“Korkaklara Ölüm”.

Bunun sadece motivasyon çığlığı
olduğunu düşünüyor ve bunun aşırı sağcı faşistlerin sloganı olduğunu
bilmiyorsun.

Bu, ailenin çokça acı çekmesine neden
olacak hatalardan biri. Ancak bu hatalar önemlidir, çünkü size insan olduğunuzu
hatırlatırlar. Bu hatalar, sana tekrar tekrar, hayatta hiçbir şey bilmediğini
hatırlatacaklar genç dostum. Neyse ki futbol, senin özel birisi olduğunu
kanıtlamak için birçok kez harika işler çıkaracak. Ancak, bir barmen veya
elektrikçiden farklı olmadığını, onlarla ömür boyu arkadaş olacağını asla
unutmamalısın.

Seni depresyondan kurtaracak şey de
tam olarak bu. Özel olduğunu değil, dünyadaki diğer herkesle aynı olduğunu
hatırlamaktan geçiyor. Bunu şimdilerde, 17 yaşındayken anlayamayabilirsin ancak
sana gerçek cesaretin, zayıflıklarını gösterebilmenin ve bunlardan utanmamak
olduğunun sözünü verebilirim.

Yaşam denen hayat hediyesini hak
ediyorsun Gigi. Tıpkı herkesin hak ettiği gibi. Hatırla bunu.

Hayat, senin şimdilerde görebilmek
için oldukça genç ve saf olduğun kadar birbiriyle bağlantılı. En büyük
pişmanlığım, hislerini dünyaya bu kadar geç açman. Belki de seni sen yapan
şeylerden birisi de bu. 41 yaşında, içindeki ateşi hâlen hissetmeye devam
edeceksin. Üzgünüm ki hâlen tatmin olmayacaksın. Dünya Kupası’nı ellerinde
tuttuğunda bile tam anlamıyla rahatlamış olmayacaksın. Kariyerinde gol
yemediğin bir sezonu yaşayana kadar memnun olmayacaksın.

Evet, belki de her zaman böyle birisi
oldun.

Udine’deki amcanı dağlarda ziyaret ettiğin
ilk kışı hatırlıyor musun? Yoksa bu, sadece yaşlı bir adamın hatırlayabildiği
bir hatıra mı?

Dört yaşındaydın ve gece boyunca kar
yağmıştı. Daha önce hayatında hiç kar görmemiştin. Uyandın, pencereden dışarı
baktın ve bir rüya gördün. Bütün ülke beyaza dönmüştü.

Pijamalarınla dışarı çıktın ve karın
ne olduğunu bile anlamadın. Ancak içinde hiçbir tereddüt yoktu. Beyaz kar
kütlelerine baktın ve ne yaptın? Düşündün mü? Merak ettin mi? Ceketin almak
için içeri koşturdun mu?

Hayır, hemen karların üzerine atladın.
Korkusuzca.

Büyükannen çığlık atıyordu,
“Gianluigi!!!!!!!!! Hayır! Hayır! Hayır!”

Sırılsıklam olmuştun ama mutluluktan
uçuyordun.

Bir hafta boyunca yüksek ateşle hasta
yattın.

Ama hiçbir şey umurunda değildi.

Tereddütsüzce, karların tam içine.

İşte bu sensin.

Sen, Buffon’sun.

Var olduğunu tüm dünyaya
göstereceksin.