Semih abilerin sınıfı (DŞ 71) özellikle futbolda çok yetenekli sporcularla zengindi. Çarşamba yerleşkesinde eski bina yanındaki toprak sahada oynanan sınıflar arası çok heyecanlı maçlarda kendilerinden büyük sınıflara kafa tutmaları ve hatta yenmeleri büyük heyecan yaratırdı. Semih Barutçuoğlu atletik ve hızlı yapısıyla takımın dinamolarındandı. Lisanslı sporcu olarak maçlara gittiklerini de duyardık, daha yakından ilgilenenler sonuçları da takip ederdi. Teknik olarak çok yetenekli Kamil abinin birinci lig takımlarından teklif aldığını duyduğumuzu da hatırlıyorum. Bazı sınıfların öne çıkan özellikleri olur, onlarınki de futbollarlarıyla ün yapmıştı. Semih abiyi yazmaya yanaştırmak epey zaman aldı, sonra sağolsun kolları sıvadı ama anlaşılan O da lafı uzatmayı sevmeyenlerden Ancak kısa da olsa kendisini tasvir ettiğimiz için mutluyuz.
Annem sabahlara kadar insanlara dikiş dikerek bizi büyütmeye ve okutmaya çalıştı.
1952 yılında Görele’de doğdum. Babam 1955 yılının Ekim ayında Görele’deki bir yangında hayatını kaybetti. Annem 26 yaşında beş çocukla dul kaldı. Ne paramız vardı, ne de bir gelirimiz. Annem sabahlara kadar insanlara dikiş dikerek bizi büyütmeye ve okutmaya çalıştı. İlkokulu Görele’de okudum. Ruhu şad olsun, Aziz Efe isimli, matematik delisi bir öğretmenimiz vardı. Ve ben onun tabiriyle ‘Göz bebeği’ idim.
Dedeme Darüşşafaka’dan söz etmiş ve dedemin de aklı yatmış. 1963 yılının Haziran ayı başında, 48 saat süren bir otobüs yolculuğu sonunda, tek başıma İstanbul’a geldim. O zamanlar böyle yollar yoktu, bugün 12 saat süren yol o zamanlar iki günde gidiliyordu. Annemin parası olmadığı için bana bilet alamamıştı. Koltukların arasında, yere konan bir taburenin üzerinde yolculuk yapmıştım. İstanbul Çarşamba’da sınava girdim ve aynı otobüsle, aynı şartlarda Görele’ye döndüm.
“Kazanmışsın oğlum, hem de Türkiye’de birinci olmuşsun !”
Aradan birkaç hafta geçmişti. Evde annem ve kardeşlerimle birlikte yemek yiyorduk. Dedem geldi. Bana döndü ve “Oğlum sınavı kazanamamışsın, üzülme,” dedi. Oysa ben tüm soruları yaptığımdan emindim. Ağlamaya başladım. Dedem daha fazla dayanamadı ve gülerek bana sarıldı. “Kazanmışsın oğlum, hem de Türkiye’de birinci olmuşsun,” dedi ve cebinden çıkardığı gazeteyi gösterdi.
Temmuz ayında sağlık kontrolü için yeniden Çarşamba’daki okula geldim. Herkes annesi, ablası, ya da başka bir yakınıyla gelmişti. Bense yalnızdım. Anneler birincinin kim olduğunu merak etmişler, sorup soruşturup beni buldular. İşte o anda elli iki yıldan beri süren dostlukların temeli atıldı. Arda, Kâmil, Mustafa, Domo, Kurultay, Davut, Tayfun, Erişkin ve ismini sayamadığım diğer kardeşlerimle tanıştım. Yeniden Görele’ye dönerken kalbimde bir yığın anı vardı sanki.
Annemden ayrılmak istemiyordum ama dedem ve annemin beni ikna etmesinden sonra yeniden İstanbul’un ve Çarşamba’nın yolunu tuttum.
Ve Eylül 1963’te Darüşşafaka hayatım başladı. Önceleri çok zorlandım. Annemin ve kardeşlerimin özlemi içimi yakıyordu. Geceleri yatakhanenin penceresinden Haliç’i ve Unkapanı Köprüsünü seyrederek ağlıyordum. Şubat tatilinde eve döndüğümde sevinçten ne yapacağımı şaşırdım. İki hafta su gibi akıp geçti. Annemden ayrılmak istemiyordum ama dedem ve annemin beni ikna etmesinden sonra yeniden İstanbul’un ve Çarşamba’nın yolunu tuttum.
Darüşşafaka’da hiç unutmadığım bazı şeyler vardır. İlk yıl bize verdikleri o harika palto (hayatımda ilk kez paltom olmuştu), gri renkli takım elbise ve ayakkabılar, Basri Baba, kapıcı Davut Amca, berber Yunus, bekâr yaylası, her Cumartesi öğle yemeğinde verilen iki adet Beyoğlu çikolatası ve tabii ki sevgili öğretmenlerimiz: Melike Doğramacı, Muzaffer Tarhan, Ayten Çoker ve değerini ve insanlığını sonraları anlayabildiğim büyük insan Nazıma Antel. Sevmediğim tek öğretmen ise Hayrettin Cete idi. Sevgili arkadaşımız Tayfun’un beden öğretmeni ile tartışıp mezuniyetimize birkaç hafta kala okuldan atıldığı gün, Hayrettin Cete’nin sınıfa gelerek Tayfun’un kitaplarını yere fırlatışını 43 yıldır unutmadım ve ölene kadar da unutmayacağım.
Bütün sınıfları yenerek şampiyon olmuştuk.
Yıllar giderek geçti ve orta üçüncü sınıfa geldik. En büyük tutkumuz futboldu. Bizim sınıfta da büyük bir rastlantı eseri çok iyi futbolcular vardı: Kâmil, Kurultay, Domo, Erdal, Tayfun, Yusuf, Erişkin… 1968 Mayıs ayında okulda futbol turnuvası düzenlendi. Orta 3. sınıftaydık. Turnuvaya yalnızca lise sınıfları (Lise 1 A, Lise 1 B, Lise 2 A ve B, Lise 3 Fen, Lise 3 Edebiyat) katılıyordu. Biz de sınıf olarak katılmak istedik. Uzun yalvarışlarımızdan sonra bizim sınıfı da turnuvaya aldılar. Bütün sınıfları yenerek şampiyon olmuştuk. Bu da unutamadığım anılardan biridir.
Naci Akçay isimli bir futbol âşığı ağabey takımı idare ediyordu.
Ben okul futbol takımının kaptanı idim. O sıralarda İstanbul’da amatör küme maçları oynanıyordu. Çok güçlü takımlar vardı. Çapa, Okmeydanı, Şehremini, Unkapanı aklıma gelen bazıları. Darüşşafaka isimli bir takım da bu güçlü takımların arasında yer alıyordu. Naci Akçay isimli bir futbol âşığı ağabey (Darüşşafakalı değildi) takımı idare ediyordu. Bizim okul takımından ben, Kâmil, Yusuf ve bizden bir sınıf büyük Kansu ile Yavuz da bu takımda yer alıyordu. Üç yıl boyunca İstanbul 1. amatör kümede top koşturduk. Sonra üniversite hayatı başlayınca futbolu bırakmak zorunda kaldım. O zamanlar futboldan para kazanmak diye bir şey yoktu. Ayakkabılarımızı bile kendimiz satın alıyor, maçlara trenle ya da belediye otobüsüyle gidiyorduk. Yine de futbol oynamaktan büyük zevk alıyorduk.
Bizim takımın en iyi oyuncuları Kâmil, Kurultay, Domo ve Erdal’ı ne yazık ki yitirdik. Umarım yukarıdan bizi izliyorlardır. Hepsini çok özledim.
Bugün 63 yaşındayım. Hayatında seni etkileyen en önemli şey nedir diye sorsalar, “Darüşşafaka ve 52 yıldır sahip olduğum arkadaşlarım” derim.