Portreler bölümümüzü Darüşşafaka ailesinden özellikle spora emeği geçmiş olanları tanıtmak amacıyla kurduk. Buradaki tanıtım söyleşilerinin zamanla mütevazi bir bilgi kaynağı olmasını da arzu ediyoruz.
İlk portremiz Galip Haktanır. 1921 doğumlu Galip abiyi 14 Mayıs 2014’de Ortaköydeki Çarşamba yemeğinde gördüğümde enerjisine ve harika belleğine hayran kaldım. 93 yaşındaki delikanlı fırsatları değerlendirip arada sigara içmeye kaçıyor, eski günlere ilişkin her şeyi ayrıntılı anlatıyordu. O gün söyleşimizi tamamlayamadık ve sonrası için sözleştik, ama bu arada sevgili Fethi Aytuna’nın www.dinyakoskrampon.blogspot.com blogundaki nefis söyleşiyi gördüm. Aytuna’nın izniyle, bu güzel söyleşiyi sayfalarımıza alıyoruz.
İsmail Hayri Cem’in İmkansız Hayatlar adlı yapıtında da güzel bir Galip Haktanır tanıtımı/söyleşisi var, tavsiye ederim (s. 209 – 218).
Galip abi ile Ortaköy’de yaptığımız söyleşi kaydından küçük bir parçayı da burada sunuyoruz :
[su_audio url=”http://dsk.org.tr/wp-content/uploads/2014/05/galip-haktanir.mp3″]
Galip Haktanır – Vefa Gemisini Terk Etmeyen Kaptan
Vefa: İstanbul’da bir semt ve bu semtin adını taşıyan spor kulübü.
Vefa: Sözünde durma, dostluğu sürdürme, sevgi bağlılığı.
Bir futbolcu düşünün ki kelimenin bu iki anlamını kendi kişiliğinde birleştirsin. Takımı İstanbul Ligi şampiyonluğunu averajla Fenerbahçe’ye kaptırdığı bir sezon haricinde hiçbir zaman başa güreşmediği halde, çok cazip transfer tekliflerini forma aşkı nedeniyle geri çevirsin. Bugün bize çok yabancı gelen bu tavrı ortaya koyan insan, adı 1942-1955 arasında formasını giyip kaptanlığını yaptığı Vefa kulübüyle özdeşleşen Galip Haktanır, ya da lakapların yaygın olduğu o yılların unutulmaz Kör Galip’idir.
Galip Haktanır 1921’de, yani Kurtuluş Savaşının henüz sürdüğü sırada bir tren yolculuğunda gözlerini dünyaya açar. Yunanlılar yenilip ülkeyi terk edince ailesi İzmir’e döner ve İkinci Karantina semtine yerleşirler. İşte futbol tarihimizde “Kör Galip” olarak ünlenmesini sağlayan lakabı bu dönemin eseridir:
“Yunanlılar kaçarken mangalı mermiyle doldurmuşlar. Kırk günlükken annem mama yapmak için mangalı yakmış. Mermiler patlayınca küçük bir parça gözüme isabet ediyor, sinirleri zedeliyor, göz kapağım düşüyor. Oynarken başımı yukarı kaldırarak denge temin ederdim. O zaman göz kapağım yukarı çıkıyordu. Yoksa gözüm görmez olsaydı sağdan gelen toplara nasıl vuracaktım?”
Altı yaşındayken babasını kaybeder küçük Galip. Bu olay belki de önünde yeni bir hayatın açılmasına sebep olur: “Babam öldü. Annemin emekliliği filan yoktu. Kardeşime annem baktı, çalışmaya başlamıştı. Bereket ev kirası yoktu. Bir sene kadar İzmir’de kaldım. Sonra dedem geldi beni aldı. 7 yaşındayken İstanbul’a geldim.”
İlkokulun dördüncü sınıfını bitirince Darüşşafaka Lisesinin sınavına girer ve kazanır. Artık bu köklü eğitim kurumunun öğrencisidir. Darüşşafaka’da küçük yaşlarda futbola ilgi duymaya başlar. Teneffüslerde sınıf arkadaşlarıyla birlikte bezden yaptıkları toplarla oynarlar. Futbola olan sevgisi semeresini verir ve okul takımına seçilir.
Okul takımına ne zaman girdiniz ?
Sekizinci sınıfta yani orta sondayken.
Nasıl seçiliyordunuz ?
Her sene başında okul takımı seçilir, oynayabilecekler oraya girerdi. Küçük yaşlarda sınıf maçları yapıyorduk. Orada herhalde göze girdik. Takımın bir kaptanı vardı, şunlar şunlar gelsin diye seçerdi. Mesela 11. sınıfta spor sorumlusu bendim, ben kimi istersem o seçilirdi ama orada iltimas diye bir şey olmazdı. Tatillerde de Feneryılmaz diye bir takım vardı, orada oynardım. Feneryılmaz, Çarşamba semtinin takımıydı. Lisedeyken bir aralık Beşiktaş’ta, o da sadece hususi maçlarda oynadım. O zamanlar lise öğrencilerinin resmi maçlarda oynaması yasaktı. Oradan Galatasaray’a geçtim, yine hususi maçlarda oynadım. Fenerbahçe’ye geçtim, en son Vefa’ya geldim. O zamanlar dört büyük kulüpte oynayan ilk futbolcu bendim. Benden sonra Sergen var, ama tabii kaç sene sonra.
Beşiktaş’a girişiniz nasıl oldu ?
Bizim mektepte öğretmen yardımcıları vardı, mütalaalara girerlerdi. Bunlardan birisi Darüşşafakalıydı ve Beşiktaş’ı tutardı. Bizi aldı Beşiktaş’a götürdü. Orada başladık oynamaya. Fakat o zamanlar, okulda okuyanlar resmi maçlarda oynayamazdı. Hususi maçlarda, mesela yazın Beyoğluspor’la filan özel maç yapılır, orada oynardık.
Kaçıncı sınıftaydınız ?
9. sınıftaydım o zaman, yani lise talebesiydim. 10’da Galatasaray’a, 11’de Fenerbahçe’ye gittim. Beşiktaş’ta oynarken yabancı bir takım geldi. Darüşşafaka’da bir de Turan vardı, benle beraber Beşiktaş’a gelmişti. O maçta biz yedek soyunduk. Beni oynatmadılar. Ben bunu normal gördüm çünkü yarın öbür gün okul açılacaktı ve ben de lig maçlarında oynayamayacaktım. Ama Turan okulu bitirmişti, oynayabilirdi. Onun yerine başkasını oynattılar. Öyle olunca biz kızdık, ikimiz beraber ayrıldık. Galatasaraylı bir gazeteci vardı, bizi oraya götürdü. Bu Turan Günsav bir müddet Galatasaray’da oynadı, Ankara’da lig maçlarında oynadı, sonra sakatlanınca erkenden bıraktı futbolu. Galatasaray’da bir sene oynadık.
Sanırım o sırada öğrencilerin resmi maçlarda oynama yasağı da kalkmıştı. Kulüp bize lisans çıkarmak için Ahmet Adem diye bir idareci gönderdi okula. Bizim okuldakilerin çoğu da Fenerbahçeliydi. Fenerbahçe’de oynamam için benim elbiselerimi sakladılar, adamı da kovaladılar. Böylece Galatasaray’a gidemedik, ertesi cumartesi on – on beş kişilik bir grup halinde Kadıköy’e gittik, böylece Fenerbahçeli olduk. Orada hususi maçlarda oynamaya başladım. Bir Beşiktaş-Fener maçı vardı, bizden önce de Vefa-Galatasaray oynadı. Beşiktaş maçında yanımdaki arkadaşla pek anlaşamadım. Öyle olunca o kızgın halimle kimseye selam vermeden ayrıldım staddan.
Nasıl oldu anlaşmazlık ?
Ben maça solhaf olarak başladım. Arkamdaki solbek dedi ki, “Ya Sabri’yle oyna ya da arkayı tut, birisi bana kalsın.” Tabii o takımda eski, kimse ona bir şey demeyecek, ben yeni oynuyorum ya, baktım ne Sabri’yi ne arkayı tutuyor. İkinci haftaymda, “Ben santrhafa geçeceğim, git sen solhaf oyna’ dedim. Rest çektim yani. Maçtan sonra da o kızgınlıkla çıktım, Vefalı oldum. Ona kızmasam belki Fenerli kalacaktım. Herhalde arkamdaki solbek de benim kalmamı istemiyordu.
Vefa’ya girmeniz nasıl oldu ?
Vapura binip İstanbul’a döneceğim. Vapurda Vefalılarla karşılaştım. O sırada Vefa’da oynayan Darüşşafakalı Latif abi vardı. Bana, “Vefa’ya gelir misin?” diye sordu, ben de olur dedim. Böylece Vefalı oldum.
Fenerbahçe’de az oynadınız öyle mi ?
Az oynadım. Aslında okulu bitirmiştim o zaman. Vefalılar bölgeye gitmişler lisansımı çıkarmaya. Bakmışlar ki Galatasaray’ın, Beşiktaş’ın, Fenerbahçe’nin hep müracaatı var. Bölge müdürü, “Onu şahsen getirin, ben Vefa’ya giriyorum derse lisansını çıkarabiliriz” demiş. Beni karga tulumba bölge müdürlüğüne götürdüler. “Evet, Vefa’ya gireceğim” deyip imza attım. Böylece Vefalı oldum.
Kaç yaşlarında kaptan oldunuz ?
1944’te ayağım kırıldı ve bir sene oynayamadım. Ertesi sezon yeniden oynamaya başladım ve o sene kaptan oldum. Aşağı yukarı 25 yaşında kaptan oldum.
Kaptanlar otoriter miydi o zaman ?
Bir Vefa-Galatasaray maçı yapıyoruz. Saha çamurluydu. Galiba ikinci devreydi, bir baktım bizim Kazım sahanın dışına çıkıyor. “Gel buraya, nereye gidiyorsun?” dedim. “Hakem beni oyundan attı,” dedi. “Nasıl atarmış, hadi gir oyuna devam et,” dedim. Oyuna girdi ve maç öyle bitti. Ben ‘bu oynayacak’ dedim mi oynardı o futbolcu, başkası müdahale edemezdi.
Hakemlerle ilişkiniz nasıldı ?
Bir maçta düdük çalmıştı hakem, ben de topa vurmuştum. “Git topu al” dedi, ben de, “Sen git al” dedim. Neyse bizim çocuklar getirdi topu. Aşağı yukarı takımı ben ayakta tutuyordum. Adam vicdanen düşünmüştü herhalde, “Bunu söyledi ama içten söylemedi, kızgınlıkla söyledi.” Yani hoşgörü sahibiydi hakemler, yoksa çık dese mecbursun çıkmaya. Nitekim Ankara’da bir maçta, top kale çizgisini tam geçmemişti, karambol oldu. Oyun devam ediyor, hakem düdük çaldı, “Demin vurulan şut goldü, santra yapın” dedi. Ben, “Olmaz” dedim, itiraz ettim. Olurdu, olmazdı, takımı çekmeye kalktım. İdareciler geldi, öyleyse ben çıkıyorum dedim, çıktım. Yani o zaman hakemler kaptanlara epeyce müsamaha gösterirdi. Kaptanlar da otorite sahibiydi. Bir kavga çıktığı zaman, kaptan “bitir” dediği zaman o oyuncu hakem üzerine yürüyemezdi. Mesela hakemler Hakkı’yı oyundan atmazdı, ondan korktukları için değil, takımı ayakta tutan oyuncu olduğu için. Mesela Maksim gazinosuna giderdik saz dinlemeye filan. Eğer Hakkı Kaptan gibi bizden büyük biri varsa girmezdik oraya. O kadar birbirimize saygımız, sevgimiz vardı. Mesela benim ayağım kırıldığı zaman ambülans gelmemişti, rahmetli Hüsnü Kaptan beni kucağına alıp dışarıdaki taksiye kadar götürmüştü. Takside Beşiktaş’a kadar yanımda geldi. Orada beni ambülansa bindirdi, ondan sonra maça geri döndü.
Beşiktaş maçında mı kırılmıştı ayağınız ?
Yok, Karşıyaka maçıydı, Şeref stadında oynuyorduk. O da maçı seyrediyordu. Öyle insancıl biriydi rahmetli. O zaman Dumlupınar’da öğretmenlik yapıyordu. Yetim çocukları okutuyordu.
Kaptanlık pazubandı yokmuş galiba o zaman ?
Yoktu. Onu bırak çok eskiden formalarda numara bile yoktu. Sonradan numara verilmeye başlandı.
Resmi maçlarda eskiden adam değiştirme yokmuş. Siz futbola başladığınızda öyle miydi ?
Tabii, mesela kaleci sakatlanınca çıkardı, içerden birisi kaleci olurdu. Ben bir İstanbulspor maçında kaleye geçmiştim.
Birisi sakatlanıp çıkarsa takım eksik oynuyordu yani ?
Ne zaman çıktı oyuncu değiştirme kuralı ?
Ben futbolu bırakana kadar yoktu. Ondan sonra değişti.
O zaman WM sistemine göre mi oynuyordunuz ?
Hücum ağırlıklı bir sistem miydi ?
Beş forvet vardı ama soliç ve sağiç şimdikiler gibi orta saha oyuncusu olarak çok geri ve ileri çalışırdı. İki bek arasında santrhaf oynar, beklerin arkasına gelen topları o kontrol ederdi.
Bir nevi libero gibi mi ?
O zaman libero yoktu herhalde ?
Yoktu. O zamanlar iki yan haf – yani sağhaf ve solhaf ile sağiç ve soliç bir dörtgen yaparlardı. Sağaçık, solaçık ve santrfor hep ileride olurdu. Sağiç soliç geriye gelirdi. Açıklar pek geri gelmezdi, bekler de santrayı geçmezdi. Ben mesela santrhaf oynadığım zaman senede hiç atmasam, beş altı tane gol atardım. Fakat daha ziyade pasör olarak çalışıyordum. Gol atmaktan ziyade gol attırıyordum.
O zamanlar herhalde sıkı markaj, yoğun pres yoktu…
Daha ziyade adam adama oynanırdı ama tabii birbirlerine yardım ederlerdi. Bazen santrfor geri gelirdi. O geri gelince, santrhafın arkası boş kalırdı. Oradan muhacimler hücuma kalkardı.
Futbol oynadığınız yıllarda çok tanınmanıza rağmen Vefa’dan sonra başka takımda oynamamışsınız. Vefa’da oynamak nasıl bir duyguydu ?
Biz Fener’le oynadığımız zaman, Beşiktaşlılar, Galatasaraylılar bizdendi. Beşiktaş’la oynarsak Fenerliler, Galatasaraylılar bizden olurdu. Kendi taraftarımız azdı. Vefa semtinde Araplar vardı, onlar tutardı Vefa takımını. Ben hiç hatırlamıyorum Vefa olarak sıkı bir seyirci desteğiyle oynadığımızı.
Takriben ne kadar olurdu ?
Valla hiç tahmin edemiyorum. Yüz iki yüz kişi varsa ne ala.
Futbol hayatının verimli bir döneminde, yirmi beş yaşındayken askere gider ve yedek subay olarak görev yapar.
Askerde olduğunuz zaman lig maçlarında oynayabildiniz mi ?
1946’da gitmiştim ben. Birkaç defa izin alarak geldim hazırlık kıtasındayken. Subaylıkta oynayamadım. Bir Beşiktaş maçına gelmiştim ama. Genelkurmaydan izin veren şahıs, “İzinli deme, kaçtım dersin” dedi. Ben de geldim alaya “kaçıyorum” dedim. “Nereye gidiyorsun?” diye sordular, “İstanbul’a maça gidiyorum” dedim. Orada Beşiktaşlılar varmış, ben daha İstanbul’a gitmeden duyurmuşlar, ‘Galip kaçarak maça geldi’ diye. Maç saati geldi, Beşiktaşlılar “izinsizdir, kaçak geldi” diye itiraz etti. Bizimkiler de “izni var” diyor. Bir- bir buçuk saat maç oynanmadı. Ondan sonra bölge müdürlüğü yetkilileri geldi. Beşiktaşlılara, “Siz maçı oynayın, hakikaten izni yoksa hükmen galip olursunuz” dediler. Onun üzerine oyun başladı. Biz yenilsek Beşiktaş şampiyon oluyordu. Berabere kalırsak veya yenersek Fenerbahçe şampiyon oluyordu. Maç 1-1 bitti, golü de ben attım. Hakkı maçtan sonra yanıma geldi, “Yahu öteki maçlara gelmezsin, bizim maça mı geliyorsun?” diye sitem etti. Yine hazırlık kıtasındayken izinli geldim İstanbul’a. Takım önceden Ankara’ya gitmiş maç için. Kulüp başkanı Remzi Tatari, “Galip izne gelir gelmez hemen atın bir uçağa, Ankara’ya yollayın” demiş. Ankara’ya gittim, bu sefer kimse itiraz etmedi, nasıl olsa izinlidir diye.
Galip Abi futbol oynadığı yıllara ait fotoğraf ve haberleri, üzerlerine tarih ve notlar düşerek bir arşivci titizliğiyle dosyalayıp saklamış. Birlikte gazete kupürlerini karıştırıp o günlere dönüyoruz. 4 Aralık 1950 tarihli bir kupürü bana gösterip soruyor:
Bak o zaman ne yazıyor görüyor musun?
‘Galatasaray mı, Vefa mı?’ Yani o zaman Vefa her an bir sürpriz yapabilecek bir takımmış…
Gururla, “Tabii,” diye cevap veriyor. Bu maçın neticesini sonraki kupürde görüyoruz. Vefa Galatasaray’ı 5-1 gibi net bir skorla yenmiş.
5-1’lik GS maçı, ilk golü siz atmışsınız. Lig maçı mıydı ?
Tabii, resmi maç. Bunun da bir hikâyesi var. Şükrü Ersoy bizle Tel Aviv’e geldi, İsrail milli maçına. Burada da başka bir tertip Mısır’la oynamıştı. Buradaki takımın kalecisi Turgay’dı. Biz İsrail’e 5-1 yenildik. Buradaki takım ise Mısır’ı 3-0 yendi. Tabii Turgay ile Şükrü’nün arasında büyük bir rekabet vardı. Bir gün bizim reis Remzi Bey’in evinde otururken, Şükrü ile annesi geldi. Çok üzgündü. “Ne oldu?” dedim. “Galip ağabey, bak ben beş gol yedim, o hiç yemedi” diye cevap verdi. “Peki, bizim bu hafta kimle maçımız var?”diye sordum. “Galatasaray’la” dedi. “E, biz de beş tane atarız o zaman, ödeşiriz” dedim, sanki biliyormuşum gibi.
Siz maçtan önce böyle bir skor tahmin ediyor muydunuz ?
Hayır.
Ama kazanmayı bekliyordunuz herhalde ?
Tabii, hiçbir maça mağlubiyet beklentisiyle çıkmadım.
Peki, bu farkın sebebi neydi, o gün Galatasaray mı çok kötü oynadı, siz mi çok iyi oynadınız ?
Biz çok iyi oynadık.
Söz kalecilerden açılmışken, Özcan Arkoç siz bıraktıktan sonra mı gelmişti Vefa’ya ?
İlk kulübü Vefa mıydı ?
Evet, birileri Lüleburgaz’dan bulup getirmişti. İlk geldiği zaman yer tutmasını bile bilmiyordu. Bizde öğrendi her şeyi. Birçok maçlarda arkadan ona, “Sağa yanaş evladım, sola yanaş” filan derdim.
Galip Abiyle fotoğrafları karıştırırken bir tanesi özellikle dikkatimi çekiyor. 1948 yılında, o zaman yeni açılmış olan İnönü Stadında oynanan ilk milli maçın, Avusturya maçının kadrosu seremonide görülüyor fotoğrafta. Son derece az milli müsabaka oynanan, üstelik milli formanın üç büyüklerin oyuncularının tekelinde olduğu o yıllarda Galip Haktanır 6 kez milli formayı giyme başarısını göstermiş.
Milli takıma hep üç büyüklerden oyuncu seçiliyordu değil mi ?
Aşağı yukarı öyleydi.
Siz o takımlardan birisinde oynasaydınız belki daha fazla milli olurdunuz.
O zamanlar pek milli maç yoktu. Belki üç defa, dört defa daha fazla oynardım. Londra olimpiyatlarına giderken 21 kişiydik kampta, üç kişi çıkartıldı. Benim aklıma bile gelmezdi çünkü 15 gün evvel milli takımda oynamışım. Benim kadro dışı kalacağıma hiç ihtimal vermiyordum, çünkü o kadar yedek vardı orada. Ben, Halit Deringör ve Beşiktaşlı Hikmet – üçümüzü çıkardılar. Sonra Halit’i bir şey yaptılar kadroya girdi; Hikmet’i de bir şey yaptılar, o da Londra’ya gitti. Takım gitti, ondan sonra bir hafta geçti galiba. Bir gün rahmetli Remzi Bey beni çağırdı mağazasına, bölge müdürü gelmiş. Müdür, “Galip hazırlan, Londra’ya gideceğiz,” dedi. “Kusura bakmayın gelemem, benim işlerim var,” dedim.
Peki kim karar vermişti çıkarılacak oyunculara ?
Federasyon azaları. Nedim Kaleci, Ulvi Yenal filan vardı başta. Biri GS’li, biri FB’li. Onlar karar veriyordu. Samim Var hiç oynamamış milli takımda, o gitti. FB’den 15 kişi filan, yani yedekler de gitti. Büyük takımların kayırılması maçlarda da geçerliydi. Kaybettiğimiz maçlarda hakemlerin de rolü oluyordu. Hep büyük takımları tutuyorlardı.
Gazete kupürlerini incelemeye devam ederken bir başka haber dikkatimizi çekiyor: ‘Vefa Avusturya’nın namlı Austria’sını nasıl yendi’. Galip Abi kupüre bakarak eski günlere gidiyor:
Çok iyi bir takım kurmuştuk o zaman. Avusturyalılar ve Macarlar o zamanlar Avrupa’nın en iyi takımlarıydı, İspanyolların henüz sözü geçmezdi.
Sık sık oynar mıydınız yabancı kulüplerle ?
O zaman Avrupa kulüpleri arasında resmi turnuvalar yoktu henüz. Her sene birkaç yabancı kulüp gelir bizim takımlarla üç-dört maç yapardı.
Austria maçından bahsetmişken burada bir parantez açıp Necati Karakaya’nın bir anısını aktaralım:
“Binlerce maç seyrettim ve spiker olarak anlattım. Aklımda kalan unutulmaz gollerden biri de Galip Abi’nin attığı bir goldü. Vefa Austria Wien ile oynuyordu. Saha biraz çamurdu. Gazhane tarafındaki kaleye sol taraftan bir orta oldu. Galip Abi penaltı noktasının üzerinde o gelen ortaya bir uçtu, altıpas çizgisinin üzerinde topla buluştu ama neredeyse yere sürtünüyor. Kafayla golü attı. Top direğin dibinden kaleye girdi. O gol hâlâ aklımdadır.”
Gözümüz çamur deryası olmuş sahada oynanan bir maç fotoğrafına takılıyor.
Siz çim sahada oynama şansına pek ulaşamadınız herhalde?
Çim sahada oynamak büyük olaydı. Bir İnönü’de vardı. Ondan evvel, 48’e kadar, bütün sahalar topraktı. Şeref stadı, Vefa stadı, bir ara Kadıköy’e giderdik ama fazla değil. Taksim’de de oynadım. Belki şimdi Taksim stadında maç oynayan adam kalmamıştır. Epeyce maç oynadık orada, ama mektep maçları, Darüşşafaka’da okurken.
Vefa’da siz oynarken aklınızda kalan teknik direktörler kimdi ?
Tangler var mesela, önce Galatasaray getirmişti, sonra ertesi sezon bize geldi. Rebii Erkal var. Bir de İtalyan Giovanni gelmişti, benim son devremde. Zaten onun yerine ben çalıştırıcı oldum. O zaman şimdiki gibi kurslar filan yoktu. “Ben antrenörüm” deyince antrenör oluyordun. 1964 yılında federasyon Manisa’da bir antrenör kursu açtı. O kursa katılıp diploma aldım.
Bir başka fotoğrafa geçiyoruz. Teknik direktör Gündüz Kılıç Vefa kampında futbolcularla yemek yiyor.
Gündüz Kılıç Vefa’yı bir sezon mu çalıştırdı ?
Sanırım bir sezon. Zaten bizde bir seneden fazla dayanan antrenör yoktu.
İyi antrenör müydü ?
Psikolog gibiydi. Karşısındakinin ruh durumunu anlardı, nabzına göre şerbet verirdi. Futbolcuyu kendisine bağlamasını bilen bir adamdı.
Galip Haktanır kursa katılıp “diplomalı antrenör” ayrıcalığını da kazanmasına rağmen bunu sürekli yapılacak bir meslek olarak görmemiş. Henüz futbol oynadığı sırada Kapalıçarşı’da açtığı mobilya mağazasını daha sonra Bahariye’ye taşımış ve futbolculuk sonrası yaşamının büyük bölümünü işiyle meşgul olarak geçirmiş. Fakat kulübü ne zaman zor duruma düşse onu yardıma çağırmış. O da ne zaman çağırılsa ya çalıştırıcı ya da umumi kaptan olarak Vefa’nın yardımına koşmuş.
Hangi takımları çalıştırdınız ?
Eyüp, Beylerbeyi, Süleymaniye, Vefa takımlarını çalıştırdım.
Antrenörlükten ekonomik kazanç sağlayabildiniz mi ?
Hepsinde belli bir miktar para aldım ama hiçbir zaman hak ettiğim parayı alamamışımdır. Mesela bir aralık Vefa’yı Uzun Necdet (Necdet Ersoy) çalıştırıyordu. Takım kötüye gidince işine son verip beni çağırdılar. Birkaç maç kazandık ve takımın durumu düzeldi. Ondan sonra, “Ne kadar para istersin?” diye sordular. “Uzun Necdet’e ne verdiyseniz bana da o kadar verin,” dedim. “Aaa! Ama olur mu sen Vefalısın,” diye kestirip attılar.
1948’de çekilmiş bir fotoğrafa bakıyoruz. Fenerbahçe Atina’da Panathinaikos ile özel maç oynamış. Takviye olarak Vefalı Galip ile İstanbulsporlu Erdoğan Dağdelen’i de almış. “O zamanlar kulüplerimiz yabancı takımlarla oynadığı zaman misafir oyuncuları takviye olarak oynatıyorlardı. 1950 sonlarında da Galatasaray Admira ve Sarajevo kulüpleriyle özel maçlar yaptığı zaman İsfendiyar ve Melih’le birlikte oynamıştık.”
Suriye seyahatiniz de olmuş…
Evet, yine Fenerbahçe ile gittim 1951’de, misafir oyuncu olarak. Önce Halep’e gittik. Sonra Şam’da maç yaptık. Beyrut’a geçtik, orada da oynayıp döndük.
Galip Abi 1953 yılında yani futbol oynadığı sırada, Vefa Haftalık Spor Gazetesi’ni çıkarmaya başlar.
Vefa dergisini çıkarmak sizin fikriniz miydi ?
Edip Akın vardı, o da Darüşşafakalıydı. Bir matbaada çalışıyordu. “Gel çıkartalım,” dedi. Öyle başladık. Aşağı yukarı 25 hafta çıkardık galiba.
1950 yılına ait bir haber dikkatimi çekiyor. Manşette ‘Vefalı Galibin G.Saray’a girmesi ilk sürprizi yarattı’ başlığı var. Oysa Vefa formasını sırtına geçirdikten sonra başka takıma gitmediğini biliyoruz. İşin aslını anlatıyor:
“Galatasaray beni transfer etmek istedi ve o zaman üç bin lira verdiler çekle. Ertesi gün dışarı çıkacağım, kapının önünde bir baktım Vefalılar toplanmış, ağlayanlar, sarılanlar. “Nereye gidiyorsun, bizi bırakma” dediler, onun üzerine caydık. Çeki de iade ettim, daha doğrusu Orhan Ayhan’ın babasına verdim, o iade etti. Nimet Hanım bile beni ayıpladı.”
Burada Nimet Hanım söze giriyor: “Sen Vefalısın, Vefalı kal dedim ama sonradan pişman oldum.”
O zaman ne alınabiliyordu o parayla ?
İki tane daire alınırdı. Bu olaydan sonra, 1952-53 yıllarında Kanada’da Montreal’e antrenör-futbolcu olarak çağırdılar. Oraya yerleşmiş eski bir futbolcumuz vardı, ama ilk çocuğumuz yeni olmuştu, yeni iş kurmuştum henüz, o yüzden gitmedik.
Bu arada Vefa kulübüyle 1951’de yapılmış beş yıllık sözleşmeyi gösteriyor.
Burada 50 lira maaş verileceği yazıyor ama daha fazla alıyorduk aylık. Prim ise fevkalade bir şey olursa, binde bir verilirdi.
Ya transfer ücreti ?
Yoktu transfer ücreti filan. Bir kere almaya kalktık onu da tamamlayamadık. Galatasaray bana üç bin lira vermişti ya, bu defa Vefa üç bin lira vermeye kalktı. Paramparça verildi, üç bin lira da tamamlanmadı öyle kaldı. Toplamda yarısını biraz geçmiştir. Hinoğlu hin değildik biz. Çeki bozdurup üç bin lirayı tahsil etseydik o zaman Vefa Galatasaray’a üç bin lira ödemek zorunda kalacaktı.
Başka transfer teklifleri oldu mu ?
Bir kere de Adalet kulübü teklif yaptı, sanırım 1953’te. Yedi bin lira para veriyorlardı. İmzayı attıktan sonra da bir ay İtalya’ya göndereceklerdi Vefalılar rahatsız etmesin diye. Ayrıca bir battaniye mağazası açacaklardı. Adalet fabrikasının mallarını satacaklardı. Oranın müdürlüğünü yapacaktım, ayrıca maaş alacaktım. Ama Vefalılık ağır bastı.
En vefalı Vefalı sizsiniz herhalde ?
Benden başka meşhur olup da Vefa’da kalan yoktur. Hilmi Fenerbahçe’ye gitti. Özer vardı bizde, biraz meşhur oldu, Fenerbahçe’ye gitti. Kaleci Özcan öyle. Benden önce Şekipler filan varmış, onlar da öyle, üç büyüklere gitmiş.
Belki Vefa’da en uzun oynayan sizsiniz ?
Herhalde öyle. Aşağı yukarı on beş sene oynadım.
Son sözü futbolun, biri oyuncu diğeri gazeteci iki ünlü ismine bırakalım. Lefter 26 Temmuz 1964 tarihli Milliyet’te ‘Takımı Kurtaranlar’ başlığıyla yapılan röportajda Galip Haktanır için şöyle demiş: “Vefalı Galip defansta tek başına konuşurdu. Ortada, sağda, solda, her yerde o idi. Bitmek bilmeyen bir enerjisi vardı.” İslam Çupi ise 16 Kasım 1982 tarihinde yine Milliyet’te 1940’ların sonundaki milli takımı analiz ederken şunları yazmış: “Santrhaf mevkiiyse yumuşak stili, topa sahip olduğu an oyunu kontralara götürme anlayışı çok değişik, hatasız pas yüzdesi yüksek, defansif fonksiyonları bir forvet ustalığında yapan Vefalı Kör Galip’e bırakılmıştı. (…) Türk milli takımı kişisel yetenekleri ve yaratıcılıkları çok yüksek oyuncularla, saha içinde Bülent-Galip ikilisini defansta kullanım biçimi ile çeyrek yüzyıl sonra dünya futbolunun gündemine gelecek stoper-libero kavramlarını çok önceleri uygulamış filozof bir ekipti.”