Kadın Yarbay Sümer koridorda köşede duran soğuk su dolabından eğilmiş bardağını doldururken Eşref asteğmene bir şey anlatıyor. Arkası geçiş koridoruna dönük. Tam o anda asteğmen bakışlarını birkaç metre öteye koridora zumlayıp sert ve seri bir şekilde esas duruşa geçiyor. Kadın Yarbay da hızla geri dönüp esas duruşa geçiyor. Bardak devriliyor sular saçılıyor ama koridorda ne gelen ne geçen var. Kadın Yarbay hırsla asteğmene geri dönüyor ama asteğmen yok ortada. Yarbay jet hızı ile ofise dalıyor. Asteğmen orada, ışık hızı ile kaçmış. Gülmemek için çabalarken rengi domatese dönmüş. Yarbay bağırıyor “bir gün seni çok kötü çarpıcam Eşref”. Ve dönüp gidiyor… Yer Genelkurmay; Kenan Evren’in katı ve onun makamına 50 metre mesafe…
Fırlamalığın kitabı yazılsa önsöz Eşref Biryildız’a gider… Daha çok var böyle anı ama yazmaya başlarsam aşağıda Eşref’e yer kalmayacak, yer de sınırlı; onun için hemen sıralayayım:
Sporcu; futbolda bugünün çok aranan on liberoları o zaman daha yokken Eşref okulda o mevkinin yıldızı idi… Basketbol, voleybol ya da başka hangi spor olsa takıma koy en iyisini oynasın…
Sanatçı; ver eline kalemi karakalem resmin en iyisini yapsın (ben de ayrı bir yeri olan resim: rahmetli babasının fotoğrafına bakarak yaptığı karakalem resmi). Hızını alamaz döner renkli suluboya resimlere. O olmadı, başlasın müziğe; Jethro Tull “Thick as a Brick”’den girip uzun hava “Anam Anam”dan çıksın… Haa bak bale yaptığını görmedim ama eminim zorlasa onu da yapar…
İş hayatında, sosyal hayatta bu kadar başarılı olup da bunu bu kadar sindirmiş birisini hiç görmedim. Eşi Esra (profesör – Sinema TV) ile çok önemli kariyer başarıları var ama ikisi de mütevazilikten, arkadaş canlılığından, dostluktan zerre kadar uzaklaşmamışlardır…
Ancak en büyük başarısı iş hayatında… Mercedes Benz gibi bir dünya devinde en alttan başlayıp Pazarlama Direktörlüğüne hep ilkleri başararak geldi, şimdi Borusan Otomotiv CEO’su…
Doksanlı yılların ortalarında Türk Milli Futbol takımının sponsorlar tanıtımı yapılıyor; sponsorların biri de Mercedes Benz ve Eşref konuşuyor; döktürdü… Herkes ayakta alkışlıyor; o zaman ki federasyon başkanı Şenez Erzik bey yanımda ve bana döndü, “Haluk, benim mesleğim pazarlama; çok sunum, çok konuşma gördüm ama böyle bir konuşmayı ilk defa görüyorum. Siz Darüşşafakalıları sever, takdir ederdim ama simdi çok daha fazla takdir ettim” dedi…*
İstanbul’un bilinen en soğuk kışında, Süleymaniye Doğumevi’nde doğmuşum.
Annem eski Yugoslavya’nın Türk, Arnavut ve Sırplar’ının birlikte yaşadığı eski eyaleti Kosova’nın bugünkü başkenti Pristine’de doğmuş. Babam ise ona çok da uzak olmayan bizim İpek diye bildiğimiz Pec kentinde doğmuş.
Babamın ailesi, II. Dünya savaşı, annemler ise sonrasında Türkiye’ye göç etmişler.
Evlendiklerinde annem 16, babam 25 yaşında imiş. Bir yıl sonra ablam, ondan 20 ay sonra da ben doğmuşum. Boğaz’a Tuna nehrinden buzların sürüklendiği İstanbul’un bilinen en soğuk kışında, 29 Ocak 1954’te Süleymaniye Doğumevi’nde doğmuşum.
Fatih semtinde otururduk. İlkokulun ilk iki yılını Hırka-i Şerif İlkokulu’nda, son üç yılını ise Hıfzıssıhha Enstitüsü arkasındaki Atatürk İlkokulu’nda okudum. Aynı dönemden, genç yaşta kaybettiğimiz sevgili arkadaşımız İbrahim Özaydın ile ilkokulda da aynı sınıfta idik.
Cemail o günden beri bu semte “Teşbeş” der.
Lisemizi de aynı bölgede bulduk.
Borusan Otomotiv İcra Kurulu’ndaki arkadaşlarımdan Tijen, Robert Kolejli idi ve onun da tüm gençliği Nişantaşı’nda geçmişti. İki yıl önce televizyonda Fatih – Harbiye diye bir dizi oynuyordu. O dönemde ne zaman bir konuda farklı düşünsek “ben Fatih sen Harbiye” derdim ve gülerdik.
Elbette bizde de Teşvikiye olmasa da biraz altında kalan Beşiktaş’ta oturanlar vardı. Rahmetli Ersin, sonra Haluk Bal. Nedim Gürbüz de yukarısında Mecidiyeköy yolunda.
Haluk Bal 1980’lerde Teşvikiye ile Beşiktaş’ı ayıran Nüzhetiye caddesi üstünde ancak bunun Beşiktaş kanadında oturuyor. Bir sınıf büyük Cemail Baykuş ile bizden Haluk Bal yıllarca IBM Türk’te çalıştılar. İkisi de bekar iken, yazın güneydeki havalı tatil köylerine birlikte giderlerdi. Daha girişken olan Haluk kızlar ile ahbaplık kuruyor, muhabbet başlangıcı olarak kızlar Haluk’a “nerede oturuyorsunuz” diye sorunca o da o anda “Teşvikiye” diyor. “Beşiktaş” demektense, son anda “Teşvikiye” diyor. Cemail o günden beri bu semte “Teşbeş” der.
Kızlar sonra dönüp Cemail’e “siz nerede oturuyorsunuz” diye soruyorlar. Cemail “Rami” diye yanıt verince, “çok şakacısınız” diye gülüyorlar. Rami de daha sonra Cemail ile benim ortak semtimiz.
Babamı 1964 yılında 38 yaşında kaybedince annem o öğretim yılının bitmesini bekledi. Okul bitince anneannemlerin yanına taşındık. Babaannemlerde babaannem, bekar amcalar, halam derken sekiz kişi idik. Anneannemlerde ise büyük dayım eşi, çocukları, küçük dayım, teyzemler, biz hep birlikte zamanla artan gelin ve kuzenlerle, evlenip giden teyzelere rağmen 13-14 kişi civarında olduk. Lise bitme çağı geldiğinde bölünüp çekirdek ailelere dönüştük 8-9 yıl birlikteliğin ardından. Bana sorarsanız Türkiye’de gerçek tüketim o sıralarda başladı. Ayrı ev, ayrı tencere, ayrı eşya.
Münir Özkul ile Adile Naşit filmleri gibi idi bahçe içindeki eski ev. Pazar günleri öğlen ezanı okundu mu yüzüm düşmeye başlardı. İkindi ezanı demek yatılı okulun yolunu tutmak, akrabaların da gelişi ile neşe, muhabbet, kahkaha gırgır dolan evi bırakmak demekti. Hala Pazar günleri öğlen ya da ikindi ezanı duyduğumda karnımda bir sancı olur.
Bu neşeli ev Eyüp Sultan semtinde idi. Rami’ye çıkan yokuş üstünde. Cemail Baykuş ile bugün hala süren çok güçlü dostluğumuzun okul dışındaki bağlantısı da buradan.
Eyüp’ün semt pazarı Cuma günleri idi. Tahminen 1966 ya da 1967 yaz tatili idi. Cemail ile birkaç ay önce kaybettiğimiz Cem Yılmaz’ın kadın versiyonu olan sevgili annesi Cuma pazarından dönüyorlardı. Cemail’in sırtında dolu bir pazar filesi. Ben de annemleyim. Bizim yokuşta karşılaştık. Hal hatırın ardından annem “Bak gördün mü abin bile şort giyiyor” dedi. O zamanlar bugünkü gibi değil, “büyüdüm” diyorsan şort giymeyi reddetmeye başlardın. Aslında bu anı Cemail’den; utanmış o yüzden de hiç unutmamış. Cemo kadar kendisi ile barışık, kendisi ile bu kadar rahat dalga geçebilen az insan tanıdım. Bunları burada anlatma cesaretim de buradan geliyor zaten. Haluk Bal başına gelen komik olayları anlatsa onun da kendisi ile dalga geçme rahatlığına şaşırırsınız. Anlattığı sakarlık hikayeleri insanı bitirir.
12 yaşında ondan ayrılmak 2-3 yıl canınızı yakıyor.
Ben İlkokulun beşinci yani son sınıfına başladığımda babamı kaybetmemiş olsa idim beni Darüşşafaka’ya göndermek kimsenin aklına gelmezdi. Ailem böyle bir okulun varlığından dahi haberdar değildi.
Gerçi rahmetli amcamın sonradan “ben onu Robert Kolej’de okutacaktım” demiş olduğu söylendi ama giriş puanları bugünkü gibi idi ise zaten kazanamazdım amcam parasını ödese bile.
Babam yaşasa idi ya da Darüşşafaka’ya giremese idim Vefa ya da Pertevniyal olurdu okulum.
Eş dost anneme söylediler diye biliyorum Darüşşafaka diye bir okulun varlığını, babam vefat edince. Bir de İstanbul Erkek Lisesi’nin sınavlarına girdim. Darüşşafaka Lisesi giriş sınavı sonuçlarını Çarşamba’da oturan bir akrabamız elinde gazete, sabahın erken saatinde gelip haber vermişti. Ardından İstanbul Erkek’i kazanıp kazanmadığıma bile bakmadım.
İş hayatında özellikle Mercedes-Benz Türk’te o kadar çok İstanbul Liseli iş arkadaşım oldu ki onlar da benim için bir nevi Daçkalı gibi idi. Sonuncusu Borusan’ın kurucusu rahmetli Asım Kocabıyık idi. Gerçi oğlu ve bugünkü başkan Ahmet Kocabıyık da öyle.
Daçka’da ilk yıllar zor idi. Babanız ölünce anneye daha da bağlanıyorsunuz. 12 yaşında ondan ayrılmak 2-3 yıl canınızı yakıyor. Sonra alışıyorsunuz.
Annem ev kadını iken, 29 yaşında iki çocuk ile kaldı. Alımlı bir kadındı. Çalışmaya başladı. İkinci kez evlenmedi. Emeklilik hakkını elde edene kadar çalıştı. Çok mücadeleci biri idi ve ben yılmadan mücadeleyi kesinlikle ondan görerek öğrendim.
Küçücükken başımıza bu geldikten sonra kalender olmayıp ne olacaktık ki?
Bir Türkçe dersinde Aynur Doğruer hocamız “kalender ne demek” diye sorarken, “sınıfta bana göre bu tanıma çok uyan biri var, sizce kim” demişti. Birçok kişi isim söyledi ancak Aynur Hoca’nın aklındakini kimse bilemedi. Ona göre Eşref kalender tanımına uyan biri idi. Sık sık dalar giderdim. Bu muydu acaba beni kalender gösteren? O yaşta anne ya da babasını kaybetmiş idik yarımız ya da ayrı kalmıştık onlardan çocuk yaşta. Küçücükken başımıza bu geldikten sonra kalender olmayıp ne olacaktık ki?
Okuldan kaçmazdım. Kolera zamanındaki karantina boyunca dışarı çıkmak yasaklanınca iyice gevşeyen disiplin kuralları ile popüler hale gelen kağıt ve zar oyunlarını (üç kuruşuna elbette) oynamazdım. Sigara içmezdim. Revire kaçmazdım. Disipline uyardım.
Sevmediğim bir şey yoktu. Spor yapmaya aşıktım. Recep’in de anlattığı gibi saha kapmak için, takımda yer kapmak için bir sonraki ders boş ise ders ortasında çaktırmadan eşofmanları giymeye başlardık hoca sınıfta iken.
Hatırladıklarım Potemkin Zırhlısı, Askerin Türküsü, Açlık, Farrebiquel
Resim yapmayı severdim, hala severim. İbrahim’e (Altınsay) destek olur, Sinema Kulübünün Çarşamba günleri oynatacağı filmlerin afişlerini yapardım beyaz karton üzerine fırça ve çini mürekkebi ile. Hala duruyorlar mıdır? Hatırladıklarım Potemkin Zırhlısı, Askerin Türküsü, Açlık, Farrebique.
Bir de Nurettin Elhüseyni’ye destek olmuştum birkaç kez, Edebiyat Kulübü’nün Ekin adlı dergisinin kapak ve desenlerini yaparak. Bu sırf çizgi değildi. Teksir makinesinden çıktığı için deseni pergel ucu ile delerek çizim yapmak gerekirdi. Zahmetli bir iş idi.
Mehmet Etişkol ile müzik yapardık. Muammer Ulusan da vardı. İyi resim yapardı. Güzel Sanatlara gitti. Çalar, söylerdik. Sonra biz Mehmet ile kendi çapımızda okul dışında da beste güfte yapmaya devam ettik birkaç yaz. Ben şarkı söylerdim. Nedense gitar çalmayı beceremeyeceğime çok çabuk karar vermiştim. Eh bir insanda da bu kadar yetenek az sayılmazdı. Futbol, her türlü spora yatkınlık, resim yapma, şarkı söyleyebilme. Nerede ise rahmetli abimiz Yavuz Boray
Ancak hiçbir yeteneğimi sonradan yaşamımı kazanacak bir yöne sokamadım. Bir çok insanın da yapmayı başaramadığı gibi.
Bugün müziği arada bir bizim sınıftan Haluk Bal ve bir üst sınıftan Levent Sanay ile yapıyoruz. Levent gerçek bir gitar ustası ve gitar çalmaya aşık. Cemail de arkadan benim unuttuğum şarkı sözlerini kulağıma sufle ediyor. Belleği süper, kulağı öyle değil.
…bütün sınıf “Eşref” anlatsın diye gaz verince…
Okulda iken sanırım migrenim vardı. Futbol oynadığımız yerlerde kazan dairesinden çıkan kömür cürufu yığılı olurdu. Recep Altay’ın fotoğraflarından biri de öyle bir yerde. Bunun kokusu başımı ağrıtırdı. Üç haftada en az iki akşam etüt zamanı başım tutardı. Ertesi gün üç sınav olurdu herkes revire kaçardı ben ateşim çıkmadığı için revire alınmazdım.
Revir müdavimleri ve kütüphane müdavimlerini hep kıskanmışımdır. Çok kez yatma saatinden sonra yatakhane tuvaletlerinde çöp kutusunu ters çevirip üzerinde tarih sınavı için çalıştığımı bilirim.
Yine Recep’in verdiği izcilerin grup resmindeki kısa çizmelerimden de görüleceği gibi iyi giyinmeye çalışırdım. Meraklı idim. Hala da öyleyim. Süleyman Kara’nın biri lacivert diğeri bordo iki harika Vakko ceketi vardı. Giymeyenimiz kalmamıştı. Bir de benim süet Safari ceketim vardı. Onu da giymeyen kalmamıştı.
En büyük derdim, ders arasında 15 dakika için top oynarken ağı sökülen pantolonlarımdı. Annem ve teyzemlerden dikiş dikmeyi öğrendiğim için bana sorun olmazdı. Söküleni dikerdim.
Ya son sınıf ya da Lise II’de idik. Bir önceki boş dersteki maçta ağı yırtılan pantolon yüzünden Yusuf Çotuksöken’in dersine alt eşofman ve kramponlar ile ancak yetiştim. Ama Hoca’nın “kim okur” ya da “kim anlatır” dediği bir konu için, bütün sınıf “Eşref” anlatsın diye gaz verince taş zeminde takırdayan krampon, altta eşofman üstte gömlek ve ceket ile tahtaya kalktım kahkahalar arasında. Yusuf hoca ile büyük bir yaş farkımız yoktu. Bu nedenle de bu komik durum onun için sorun değildi. Tarih dersi (Meliha Alagün) olsa idi durum başka olurdu…
Herkes Çarşamba günleri öğleden sonra dışarı gider biz birkaç kişi maç ederdik. Bir diğer nedeni ise çıkış iznini alırken saçları berbere yani müdür muavinine kaptırmamaktı. Uzun saçı severdim. Boşuna değilmiş. Beni terk edeceklerini biliyormuşum
Mahalle maçı olduğunda çocuklar kapıya dayanır anneme yalvarırlardı.
Darüşşafaka’dan önce de futbol meraklısı idim zaten. İlkokul 1’de zatürre başlangıcı olmuştum. Sonra iyileştim. Ancak annem top oynayıp terlememi yasaklamıştı. Mahalle maçı olduğunda çocuklar kapıya dayanır anneme yalvarırlardı. Maçı kazanmaları için benim takımda olmam lazımdı.
Bundan yüz bulup izleyen günleri suiistimal ederdim. Camii bahçesinde oynardık. Erketeye yatan daha da küçükler vardı annemin baskınlarını haber veren. Bu caminin sık sık yanından geçiyor olabilirsiniz bugün. Saraçhanebaşı’ndaki Bozdoğan Kemeri’nden aşağıya inerken, Zeyrek Sarnıcı karşısında, Unkapanı’na gelmeden önce İMÇ Bloklarının ortalarında bir yerde sağda yol kenarındadır, Plakçılar Çarşısına gelmeden önce. Küçükpazar’a iner o küçük yokuş. Doğduğun şehirde yıllardır yaşıyor olmak güzel bir duygu. Hala önünden geçiyorum sık sık bu caminin : Şep Sefa Hatun Camii. Şehrin her köşesinde bir anın var.
Voleybolda yedektim. Kadıköy Maarif Koleji ile olan bir maçta oynadım sadece.
Basketbolda sınıf takımında idim ancak okul takımında yedek bile değildim. Tuhaf bir stilim vardı. Futbol oynar gibi oynardım basketbolu. Olmadık pozisyonlarda elimden tuhaf şekilde çıkardığım top çoğu zaman sayı olurdu. Nedense de adı hep “balık” olurdu. Her tuhaf atış çoğunlukla basket olursa adı balık olmamalı aslında.
Stili olan as elemanlar bundan hoşlanmazdı. Belki şimdi bana kızacaklar ama basketbol ve okul takımı seçimi daha çok okulda daimi olan arkadaşların egemenliği altında idi. Daimi olmadan takıma girmek için Fatih Gelincik gibi olağanüstü bir yeteneğe ve hiç durmadan antrenman yapma arzusuna sahip olmalı idiniz.
Atletizmde kısa mesafe koşucusu idim. 100 metre yarışlarında çoğunlukla birinci gelirdim. Diğer hatırladığım hızlı sınıf arkadaşım Hakan Okçal’dı. Recep’i söylemeye gerek yok. Bir kez eşofmanımın lastiği boşaldı son metrelerde bileklerime indi ve yarışı kaybettim.
İzci Olimpiyatlarında bizden iki sınıf küçük Ahmet Dinçel’e bir iki kez geçilmiştim 100 metrede. O zamandan beri sevmem kendisini. Şaka tabii… Tam tersi.
İzcilik deyince son iki sınıfta izcilikteki o kalabalık kadrodan kala kala Recep Altay, Selahattin Kayalar, ben ve Ersin Balkan kaldık.
Son kamplardan birinde Recep Altay, Abant gölü dibinde klasik bir Ronson çakmak bulmuştu. Bir iki saat sonra, elinde çakmak üzgün bir şekilde “şimdi işin yoksa sigaraya başla” dedi. Yüzümdeki soru işaretini görünce “Ee, çakmak boşa mı gitsin” dedi. “Ulan Recep, ne adamsın” deyince “adam değilim Laz’ım” derdi.
Aynı anda hem futbolcu hem de hakem iki, üç kişi tanırım. Karar onlara aittir. Biri Recep, diğeri Ertuğrul (Çubuktepe) abi. İş inada binince ben de aynı gruba katılırdım.
Çok damardım. Adil Çavaş o yüzden “çamur” derdi bana. Recep Altay portresinden sonra benim başlığım “Sahaların Bir Diğer Hırslı Sporcusu” olabilirdi. Hırssız sporcu olur mu?
Bana “çamur” diyen Adil Çavaş yüzünden 45 yaşında karakolluk olduk ayrı mesele. Darüşşafaka – Türk Telekom maçını seyretmeye gitmiştik bizim salona. 2000 yılı idi sanırım. Olay çıktı. Rakibin idarecilerinden birisi küfür etmiş Darüşşafaka‘ya soyunma odalarının orada. Adil daldı adama. Adil’i karakola davet ettiler. Hep beraber gittik karakola tabi, okula yakın bir yerde. Nedim Gürbüz’ün tanıdığı eski bir amir sayesinde aldık Adil’i geri.
Recep de demişti ya Orta III’e kadar futbol oynamak yasaktı diye. Müdür Muavinimiz ve Coğrafya Hocamız Avni hoca (Baturer) bir gün hepimizi oynarken görmüş ve ertesi gün dersi var bize. “Kimler oynadı ise ayağa kalksın olduğu yerde” dedi sınıfa girer girmez. Ya da “çıksın ortaya” dedi. Oynamışsınızdır ve kalkarsınız. Dürüst davrandınız diye kurtarır mısınız bilemezsiniz, Avni hoca bu, ikisi de olabilir! Ben ve Ömer kalkmadık oynadığımız halde. Avni bey sıra aralarından geçerken omuz atardı çok sıkı. Ayağa kalkanlardan bir kaçı omuzu yiyip kıç üstü çöktü sıraya. Ömer Pesen’e uyandı. “Sen neden kalkmadın” diye sordu. “Ben kaleci idim hocam” dedi. Herkes güldü, hoca da. Ortam yumuşadı, beni kaldırmadı. Görmemiş olduğuna inanmıyorum. Nedense kaldırmadı. Kumardı yaptığım aslında. Bunlar bize göre büyük şeyler o yaşlarda. Avni bey hatırlamaz bile belki.
Kendimi iki sınıf büyük 10 kişinin arasında öyle bir baskı altında hissettim ki…
Futbolcu olarak en öne çıkan Semih Barutçuoğlu ve Kamil Sağlamyürek ikilisinin son sınıfta okuduğu dönemin takımına girmek mümkün değildi. Almazlardı. Bizim son sınıfın okul basketbol takımına girmek daha kolaydı küçük sınıflar için.
Lise II’den Cemail, Lise I’den Ömer, Recep ve ben yedektik. Ben aslen savunma hattının ortasında canım çok çekerse de ileri hattın ortasında oynardım kendi sınıfımda.
O yılın ilk resmi maçında, Şeref Stadı’nda Murat Ersin hoca beni ikinci yarıda Mustafa Demirci’nin yerine sağbek mevkiine oyuna soktu. Kendimi iki sınıf büyük 10 kişinin arasında öyle bir baskı altında hissettim ki sonunda Mehmet Erişkin’e verdiğim geri pasını rakip yakaladı ve golü yedik. Bunu hayatta unutmam.
Son sınıfta okul takımı kaptanı ya Recep ya da ben olacaktık. Recep kaptanlığı bana bıraktı. Diyorum ya eşsiz bir insan. İki maç ben bir maç da o çıktı kaptan olarak.
Sultanahmet Ticaret Lisesi maçı vardı. Son sınıftayız. Ben en geride ortada oynuyordum. Adamlar lider. Berabere kalsalar şampiyon olacaklar. Maçtan önce, bizim düşmememiz için berabere bitiririz havalarında konuştular. Yine Şeref Stadı. Maçın başlaması ile üç top direklerimizde patladı. Kalecimiz Ümit Kıvman direkten direğe uçuyor, top direkleri dövüyor. Maç öncesi lafları yalandı. Ben kaptanları olan santraforu tutuyorum. Adam Amatör Küme’den… Müzmin öğrenci… Muhabbet ediyoruz arada. 23 yaşında olduğunu öğreniyorum. Hava soğuk elleri tutmuyor, çözülen konç bağını bana bağlatıyor rica ile. Tam o sırada top geliyor beni uyarıyor “bırak bırak akın yapıyorlar” diye. Kendi takımı için. Tehlikeli idi. Ama iyi biri idi de galiba. Maç 0-0 bitti..
Ferit İnal Lisesi maçı. Bir santraforları var adı Günay. 1.90 boyunda. Bir top atıyorlar adam geçip gidiyor. Anam ağladı koşmaktan. Yenildik. Günay ile yıllar sonra tanıştık. Beykoz’da profesyonel oynadı yine santrafor olarak. Beykoz’da santrhaf oynayan ve Cemail ile ortak yakın arkadaşımız Ercan Özocak tanıştırdı. Genç Milli de oldu sanırım. Şimdi baktım internetten. Daha sonra Adanaspor’da oynamış. 2012 yılında Beykoz Asbaşkanı iken vefat etmiş.
Günay’a benzer biri daha çıktı karşıma. Darüşşafaka Amatör takımında oynadığım nadir maçlardan birinde. Bakırköy Yeni Mahalle’de tren yolu altında kalan Sümerspor sahasında. O da 1,90 ya da üstü idi. Çok zorlanmıştım. Kıvırcık saçlı esmer bir çocuk idi. Sonra Fener’e gitti galiba.
Ben Lise II’de iken Cahit Özcet takım kaptanı idi. İlk onbirin 6’sı Lise III’ten, üçü Lise II’den yani bizden, ikisi Lise I’den idi.
Bu yazıya başlayalı 8 ay oldu. Geçen gün mail attı Cahit. Ankara’da yaşıyor. Emeklilik arifesinde. Bir BMW almak istiyordu. Çok memnun oldum.
Bir takım ile Eyüp Stadında kar atıştırırken oynadığımız bir okul maçında orta hakem o soğukta şişman göbeği açıkta koşturuyordu. Üşümüyor mu diye merak ederken birisi “hakem alkollü dedi”. Çok komikti. İlk ve son kez böyle bir şey ile karşılaştım.
Okul Takımı ile son maçım yine Şeref Stadında idi. Kuştepe Lisesi. Yenmemiz gerekiyordu ancak gol atamıyorduk. Maç 0-0 iken ikinci yarıda santrafora geçtim. İki gol attım. Bir de Lise I’den Günay bir tane attı sanırım. Ancak ben ileri gidince üç tane de yedik. 3-3 bitti. Oldukça güçlü idim. Üç kişi bir hava topuna çıktığımızda iki rakip yerlere döküldü. Akabinde hakem bakmazken, ayağa kalkanlardan biri, ayağımın topuğuna kramponunun burnunu çaktı hırs ile. Nefes nefese ağzım açık “ne oluyor “ diye dönmem ile adamın tükürüğü gırtlağımdan girdi. Tam çakacağım, hakem ile göz göze geldim. Sadece yutkundum. Oynadığımız okul takımlarına göre bizler fazla hijyenik kalıyorduk.
Bize pas vermezlerdi. Okumuş çocuklardık, fazla efendi idik.
O yıl bizi Amatör Takım Başkanı Naci abi çağırdı antrenmanlara. Recep ile gizlice gidiyorduk Çarşamba öğleden sonraları Zuhurat Baba sahasına. Hafta sonları da hazırlık maçları vardı Baruthane sahasında (Şimdiki Capacity Alışveriş Merkezi).
Bakırköylü bitirim çocuklar vardı. Bize pas vermezlerdi. Okumuş çocuklardık, fazla efendi idik. Bize pek ısınmadılar. Ben de onlara. Recep devam etti ve takımın as oyuncularından oldu. Ben birkaç kez yedek kaldıktan sonra bıraktım. Takımda bir santrafor vardı Ersin adında. Hayranlıkla izlerdim. 1,90 değil, 1,70 idi ama büyük golcü idi. Bir çok yeteneğin en üst lige çıkabilecekken, çıkamadan yok olduğu kesin.
Çok zor futbolda en tepeye çıkmak.
İlerleyen yıllarda bir çok genci öğrenci iken işe aldım bu yüzden.
Bizim dönemin kulüp ile en haşır neşir olduğu dönem benim işim ile en fazla ilgilenmem gereken dönem idi. Başka şansım yoktu. Sadece maçlara gittim. Ufak tefek birkaç kez sponsor oldum şirket olarak. Aradılar saha yapımına destek oldum. Hepsi bu.
Şimdiki Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ni bitirdim. Polatlı Topçu Okulu ve Genelkurmay Basın Yayın Halkla İlişkiler Şubesinde Yedek Subaylık yaptım. Askerlik öncesi ve sonrasında Ülkesel Profesyonel Tercüman Rehberlik yaptım. Askerden önce askerlik yok diye 1,5 yıl, askerden sonra iş deneyimim yok diye 1,5 yıl iş bulamadım. İlerleyen yıllarda bir çok genci öğrenci iken işe aldım bu yüzden. Okulu bitirdiler, askere gidip geldiler, yönetici oldular.
1981 Yılında o zaman adı Otomarsan olan Mercedes-Benz Türk’te işe girdim. Yedek Parça İhracat Elemanı idim. Irak’ın son dönemde herkesin ismini yeni duymaya başladığı tüm şehirlerinde 5-6 yıl boyunca defalarca dolaştım durdum. Televizyonda Bağdat’ı bombalanırken görünce çok etkilendim. Gözlerim doldu. Irak’tan sonra Mısır ağırlık kazandı. Dört yıl kadar da oraya gidip geldim. Suriye’de Halep, Hama, Humus, Şam hepsine gittim. Raqqa’ya gittim. Oradaki baraj inşaatına O302 Otobüs satmıştık.
Yıllarca gidip geldiğim ve güzel anılarım olan bütün Orta Doğu ülkeleri mahvoldu. Çok üzücü bu benim için.
Lübnan’da yıllarca huzur sürerken ben Mercedes’in ilk CLS modelinin tanıtımı için gittim. Döndükten sonra eski başbakanlardan Hariri suikast sonucu öldürüldü. Uzun yıllardan sonra böyle bir olay olmuştu. Ukrayna’ya milli maç için gittim dönüşümde Turuncu Devrim oldu. Birkaç benzer örnekten sonra eşim yaptığım işten kuşku duymaya başladı. “Sen gerçekten sadece araba mı satıyorsun” diye sormaya başladı. Kendimden kuşku duymaya başladım.
10 yıl satış ve servis, ardından 10 yıl satış (önce otobüs, ardından otobüs ve hafif ticari, ardından bunlara eklenen kamyon, kamuya satış ve bayi yönetimi) memur, uzman, şef ve yöneticilik yaptım. 20 yılın ardından Mercedes-Benz Türk’de düz eleman olarak işe başlayıp Direktör ve Direktörler Kurulu Üyesi olan ilk kişi oldum. Pazarlama ve Satış Direktörü olarak 6,5 yıl görev yaptım. Bu ilk iş yerimden 26,5 yıl sonra 2007 yılı ortasında ayrılmam gerektiği için ayrıldım.
1,5 yıl boyunca eski Mercedes’çi üç ortak bir danışmanlık şirketi kurup çalıştık. Yan sanayiden otomotiv parçası tedariği ve lojistik idi ana faaliyet alanı. Aynı dönemde ben paralel olarak Schmitz Cargobull adı altındaki Avrupa’nın lider treyler firmasına Türkiye’de yatırım için danışmanlık yaptım.
2008 sonundaki kriz nedeni ile Schmitz Cargobull fabrika kurmaktan vazgeçti. Oraya genel müdür olmam üzerine anlaşmıştık oysa. Bir hafta sonra Borusan Otomotiv’den BMW Genel Müdürü olmam için gelen iş teklifini kabul ettim ve 7 yıldır Borusan Otomotiv’deyim. İcra Kurulu Başkanıyım. 32 yıllık bir şirket Borusan Otomotiv. %50’si Borusan Holding’e, diğer %50’si Almanya Münih’te yerleşik sahipleri İran asıllı Vahabzadeh ailesi olan GIWA Holding’in.
Markalarımız BMW, MINI, Jaguar, Land Rover. Geçen yıl BMW olarak 31.221 adet ile Mercedes’ten 888 adet, Audi’den 10.942 adet fazla sattık. Jaguar’a çok yeni başladık. Land Rover ile de Premium SUV Sınıfının 15 yıldır lideriyiz. BMW ile ise Premium Segment’te son beş yılda arka arkaya olmak üzere 32 yılda 28 kez lider olduk.
35 yıldır çalışıyorum. Toplam iki şirkette ve hep otomotivde çalıştım.
Babam annemden bunu duyunca “dönek” demiş, hepsi bu.
Sinema tutkunuyum. Fenerbahçe taraftarıyım. Küçükken Beşiktaş taraftarı idim. Şenol ve Birol diye iki futbolcu 100.000 TL’lik rekor bir transfer ile Fener’e geçince ben de bedavaya geçtim Fener’e. Babam annemden bunu duyunca “dönek” demiş, hepsi bu.
Tek sözcük. Yettiği kadar. Sessiz adam. Böyle idi babam.
Her fırsatta çalıştığı şirketi eleştirenlere sinir olurum. Yanlış bir şeyler var ise bulunduğunuz yerde sizin de katkınız vardır buna. Bu Türkiye’deki futbol için de böyle. Katkı ver, düzeltmeye çalış.
Deli gibi çalışırım. Evde de çalışırım. İşte şakalaşmayı, eğlenmeyi severim. Uyku ve yol dışındaki hafta içi yaşamımızın üçte ikisi işte geçiyor. Bence insan işte eğlenmeli.
Okulda ne kadar uslu bir öğrenci idi isem iş yaşamımda o kadar asi biri oldum. Bunu ancak işinizde vazgeçilemeyecek kadar iyi iseniz yapabilirsiniz. Yoksa denemeyin.
48 yaşında iken 53 yaşında emekli olmayı hayal ediyordum. 51’e gelince “55 olsun bari” dedim. 53’te ilk işimden ayrıldım. Şimdi işte geçen her anın tadını çıkartmayı hatırlatıp duruyorum kendime.
Eşim ile 34 yıldır evliyiz. 21 yaşında bir oğlumuz var. 10 yaşında iken “neden sınıftaki herkesin anne babası sizden genç” diye sorardı Ege. Bizim Daçka’da okuduğumuz 8 yıla kıyas ile Enka’da 13 yıl okudu yuvadan başlayarak. Şu anda Koç Üniversitesinde İşletme Fakültesi üçüncü sınıfta.
Yıllarca sordular “neden bu kadar çok çalışıyorsun” diye ben de “sevdiğimden, hoşuma gittiğimden” dedim. Zevk alarak çalıştım. Dalga geçmeyi ihmal etmedim. Her şeyi ciddiye aldım ancak belli bir noktaya kadar.
Bizden bir sınıf büyükler Levent Sanay ve Cemail Baykuş, aynı sınıftan Haluk Bal, ve Nedim Gürbüz ile hafta sonu buluşacağımızı biliyorsam o hafta heyecan içinde geçer.
Çok gülüyoruz. İlaç gibi geliyoruz birbirimize. Eşlerimiz de bizler gibi sıkı arkadaş oldular hem bizlerle hem de birbirleri ile.
Yurtdışında yaşamaya başlamadan önce Haluk Semiz de sürekli kadroda idi. Artık part-time katılıyor. 30 Ocak Cumartesi o da geldi Eminönü Hamdi’de yemekte idik yine 12 kişi.
Önceki yıllarda bizim dönemden İbrahim Altınsay, Recep Altay, İzzet Edige ile grubumuz daha büyüktü. Aynı sıklıkta olmasa da görüşüyoruz zaman zaman.
Rahmetli Halit Soğukpınar da bu ekibin üyesi idi. IBM Türk’ün İzmir Ofisinin Müdürü iken yaptığı spor sonrası kalp krizi geçirdi ve 32 yaşında kaybettik onu. Yaşıyor olsa idi kesin yine hep beraberdik.
Fırsat olunca büyük grup olarak da bir araya gelmeye çalışıyoruz.
Çok gülüyoruz, çok eğleniyoruz. İyi ki kaybetmedik birbirimizi.
*Giriş yazısı için Haluk Semiz’e (DŞ 73) teşekkür ederiz.